Anadolu rock müziği yorumcusu, Kahramanmaraşlı besteci ve söz yazarı Kıraç, kariyeri boyunca müzikten kazandığını sanata aktardığını belirterek, “İyi kazandım evet. Onların da hepsini tekrar sanata, başka uğraşlara yatırdım. Öyle büyük birikimlerim yoktur. Para tutmayı beceremem bu arada. Onları da çizgi film, animasyon gibi şeylerle üretime geçirdik.” dedi.
KKTC’de 1974’ten bu yana kapalı olan Maraş Bölgesinin bir kısmının açılması üzerine, “Varoşlarda Maraş” şarkısını seslendiren ve esere klip çeken sanatçı, 25 yıla yaklaşan müzik kariyerini, hayata “estetik” ve “ahlak” düsturuyla bakışını ve kendisiyle ilgili merak edilenleri AA muhabirine anlattı.
SORU: Kahramanmaraş doğumlusunuz. Babanızın öğretmen olması sebebiyle 10 yıl boyunca köy köy dolaşmışsınız. Anılarınıza bakacak olsanız çocukluğunuzun ana fikri, cümlesi ne olurdu?
Kıraç: “8 yaşıma kadar Kahramanmaraş’ın içindeydim. Kahramanmaraş güzel bir şehirdir, geçmişi derin bir kenttir. Sonrasında Kahramanmaraş’ın ilçesi Pazarcık’a gittik. Pazarcık’ta iki yer dolaştık, İstanbul’a gelene kadar, ergenlik öncesi çocukluk dönemim çok mutlu, eğlenceli ve rüya gibi geçti diyebilirim. Masallardaki gibiydi. Maraş’ın içinde bir çıkmaz sokakta, anneanneler, dedeler, akrabalar içinde ve herkes zaten akraba gibiydi. Şimdilerde özlenen bir mahalle kültürü içinde gözlerimi açtım. Pazarcık çok güzeldi. Babam yatılı okul bölgesinde öğretmendi. Türkiye için sıkıntılı günlerdi. 1980 darbesinin olduğu zamanlardı. Ama biz çocuklar için öyle değildi. Önde zeytin ağaçları değil, kiraz ağaçları, sonrasında bir demiryolu ve bir gölümüz vardı. Çok güzeldi.”
– “Babama nispet olsun diye bağlama çalmaya başladım”
SORU: İlk enstrümanınız bağlama olmuş. Müzikle ilk tanışmanız, babanızın size bağlama hediye etmesiyle başlamış galiba öyle mi?
Kıraç: “Babamın bağlaması vardı. Ben aslında iyi bir blok flüt çalıcısıyımdır. Türkiye’de çok ciddiye alınmaz ama çok iyi bir enstrümandır. Sonrasında babamın bağlamasını çalmaya başladım. Babam sürekli evde bağlama çalar, türkü söylerdi. Eski tip bağlamaydı ve hatta biraz da babama nispet olsun diye çalmaya başladım.”
SORU: Babanızdan gizli mi alıp çalardınız?
Kıraç: “Yok, gizli değil. Tabii babam bana engel olmuyordu. Nispet derken, çocukluğuyla ilgili çok hikaye anlatırdı. ‘Bağlamayı şöyle çaldım, şu türküyü böyle çaldım.’ diye. Ben de onun çaldığı ilk türküyü çaldım.”
SORU: Hangisiydi?
Kıraç: “Kara Tren Gelmez M’ola” türküsüydü. Sanırım 12 yaşlarındaydım. Ama daha öncesinde blok flütü iyi çalıyordum ve liseye kadar devam ettirdim bu arada.”
SORU: Sonra İstanbul’a gelişinizle birlikte, bağlamanın ve flütün yanında gitarla buluşmanız, lise öğretmeninizin size gitar hediye etmesiyle olmuş. Neler değişti hayatınızda?
Kıraç: “İstanbul’a 10 yaşında gelmiştik evet. Bağlamayı çok uzun zaman çaldım. Türkülerle, Türk müziği ve Türk kültürüyle büyüdüm ama bir yandan dünya müziği ve dünya edebiyatıyla çocukken de ilgileniyordum. Amerikan müzikalleri, klasik müzik ilgimi çekiyor, hoşuma gidiyordu. Bağlama çalarken de gitarım olsa diye çok uzun süre hayal ettim. Çok büyük isteğim vardı. O dönem imkanlarımız yoktu. Zaten Türkiye’nin zor yıllarıydı. 4-5 yıl gitar hayaliyle yatıp rüyalarımda gitar çaldığımı bilirim. İstanbul Hasköy semtinde ilk defa benim gitarım oldu. Müzik öğretmenimin bir arkadaşı taşınıyor ve o da orada. Arkadaşından biraz emrivakiyle alıp ‘Senin ihtiyacın olmadığını görüyorum. Bu burada duruyor. Sen çalmıyorsun. Şimdi bu gitarı alıyorum gerçek sahibine götürüyorum.’ diyerek bana getirdi. Bir yerden parayla aldığı bir gitar değildi. Bayağı eski bir gitardı. Benim tahminim eski Türk filmlerinde oynamış bir gitar bile olabilir.”
SORU: Gerçekten mi? Hep alıştırma gitarlarının portakal sandığından yapılma gitarlar olduğu söylenir. Siz kıymetli bir hediye almışsınız?
Kıraç: “Yok çok iyi bir gitar değildi. Çok eski ve bakımsızdı. Muhtemelen çok kaliteli bir gitar da değildi ama benim için dünyanın en iyi gitarıydı o an. Bir hafta içinde bir şeyler çalmaya başladım. Olağanüstüydü, o yılları çok daha uzun anlatabilirim. Ama o gitar istediğim şeyi tam vermiyordu. Zordu çalması. Sonra Beyazıt’ta bir Polonya pazarı vardı ve hakikaten tahtadan, portakal sandığı mı bilemiyorum hatta daha bitik bir maddeden olabilir, bir gitar aldım. Gerçekten çok ağır, tam bir odundu yani. Şu günün parasıyla 40 TL falan verdim ve uzun süre de çaldım. Gitarla yattım, gitarla kalktım.”
– “Ülkemiz bir şiir cennetidir, Türkçemiz bir şiir dilidir”
SORU: Sonra da blok flüt ve bağlamalar, yerini gitara bırakmış. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesinin müzik öğretmenliği bölümüne girdiniz değil mi?
Kıraç: “Evet. Müzik öğretmenliğini kazandım 1990’da. Aslında ben liseyi bitirirken ‘Bir sene okumayacağım. Gezmek, dolaşmak, kendime bakmak, kitap okumak istiyorum.’ dedim. Gezmekten kastım İstanbul’u gezmek istiyordum. Hiçbir zaman da gezilmemiştir İstanbul. Kaç İstanbullu İstanbul’un gezilecek yerlerini, kültürel değerlerini görmüştür? Ben Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, Nazım Hikmet’in, Yahya Kemal’in İstanbulunu gezmek istiyordum. Ama olmadı. Ablam bana ‘Böyle bir okul var. Ben sınavına giriyorum. Sen de gir.’ dedi. Ben istemeyerek girdim Marmara Üniversitesinin sınavına ve kazandım. O yıl okumak istemiyordum sonra yine okuyacaktım belki ama o yıl kazandım. Çok zor oldu benim için. Hasköy’den Göztepe kampüsüne gitmek çok dertti, büyük bir sorundu. Hayatımın en zor yıllarıydı.”
SORU: Şiir ve şairleri seviyorsunuz ve İstanbul’u onların kitaplarından ve şiirlerinden öğrenmişsiniz anladığım kadarıyla ama gezmek mümkün olmamış demek ki okulla birlikte?
Kıraç: “Yani oldu da o bir seneyi kendime ayırmak istemiştim. Öncesi ve sonrası da var tabii. Şimdi de tavsiye ederim genç arkadaşlarımıza. İstanbul’u şairlerden okumakta çok büyük fayda var. İstanbul’u Yahya Kemal’den, Ümit Yaşar Oğuzcan’dan dinlemek lazım. Belki daha sıcak gelebilir, ağır gelmez. Daha tatlıdır, başlangıç olarak iyidir. Çok eksikliğini görüyorum çünkü Türkiyemizde. Ülkemiz bir şiir cennetidir, Türkçemiz bir şiir dilidir. Çok önemli bir geriye gidiş görüyorum şiirde. İstanbul için çok önemli. Aşiyan’ı, Dolmabahçe’yi, eski İstanbul’u o şekilde öğrenebilir ve sonra da dolaşabilirler. Ben o şairlerin dediğini birazcık yaptım, gezdim dolaştım. Ama, 1990-1993 arası benim için çok zordu. Benim düşlediğim gibi olmadığını biliyordum ama o kadar vahim olacağını bilmiyordum.”
– “Nostalji çok da tanımlanabilen bir şey değil, bu tür şeyleri ticari buluyorum”
SORU: Röportaja başlamadan önce sizinle 90’lardan konuşuyorduk. Sohbetimizde okul döneminizle birlikte Ortaköy’da bir barda sahne almaya başladığınızı, ardından 90’ların aslında sizin gibi sanatçılar için bar programlarıyla başlayıp daha sonra albüm çıkartan bir kuşağın devamlılığını getirdiğini dile getirmiştim. Güzel ve nostaljik yıllar olduğunu nitelendirdiğimde, siz de karşı tez olarak aslında 1990’ların çok da nostaljik olmadığını söylediniz. Böyle mi düşünüyorsunuz gerçekten?
Kıraç: “Nostaljinin ne olduğu çok tanımlanamayan bir şey. Bazı kavramlar var. Tanımlarda birlik çok sağlanamıyor olabilir. Ben bu tür şeyleri çok ticari buluyorum. Günümüzde de var 1990’ların, 1980’lerin bilmem nesi… ‘Nesi?’ diyorum kendi adıma. Kişisel olarak hepimizin kendi geçmişimizle ilgili anımsadıklarımız güzel şeylerdir. Böyle çalışır beyin. Kötü şeyleri de unutmaya çalışır yaşama devam edebilsin diye. Çok travmatik şeyleri aklımızda kötü olarak barındırırız. Bazılarını anımsamayız ama hala travması vardır, davranışlarımıza yansır. Özellikle çocukluk ve gençlik yıllarına baktığımızda güzel şeyleri anımsamaya çalışırız.
90’ların başında barda çalışıyordum. Ortaköy’de her yerden müzik sesi geliyor. Martı Bar, yüksekçe bir yerde, boğazın ışıklarını görüyorum, şarkılar söylüyorum, insanlar şarkılarımı dinliyor, eğleniyordu. Bu açıdan tamam ama bir yandan da ne vardı? Seksenler neydi mesela? Giyimde rezalet bir durum vardı. O vatkalı kıyafetler, kabarık saçlar, çok çirkindi, estetik olarak hiç güzel değildi. Peki Türkiye’de ne vardı? Türkiye’de darbe olmuş, darbenin sonucunda bütün düşünsel, estetik faaliyetlerin tamamı ortadan kalkmış vaziyette. Ortalık tam bir başıboşluk ve lümpenlik doluydu. Eğitimle, bilgiyle bir yerlere gelebilecekken sadece bir an önce para kazanmak ve parayla bir yerlere gelmek pompalandı, serbest piyasa ekonomisiyle. Türkiye’nin bütün değerleriyle oynandı.
Hepimiz tabii güzel günleri hatırlıyoruz. Seksenli yıllarda Nilüfer’in ‘Her Yerde Kar var’, Yeni Türkü’nün ‘Telli Telli’ albümleri güzeldi. Onu anımsıyorum. Onun dışında Topkapı’yı, oradaki minibüsleri hatırlıyorum. Yani her kafadan pompalanan acayip müzik kirliliği vardı. Müzik adına söylüyorum. Onun dışında insanlar geçim derdine düşmüş, değerler sorgulanıyor. Üç işte çalışan insanlar, evlerine ekmek götürmeye çalışıyor. Bu arada Türkiye’yi ileride yönetecek, sağdan ya da soldan, düşünen, eğitimli insan varsa hapislerde çürümüş, intihar etmiş, işkencelerle ölmüş. Bir kuşak olarak 1970’lerle tüm bağları kopartılmış bir ülke.
Kişisel olarak çocukluk yine de güzeldir. Bir şey diyemem. Ama seksenli yıllar güzel miydi? Bence çok kötüydü. Yetmişli yıllar çok daha iyi idi dünyada ve Türkiye’de. Doksanlara gelince evet özel radyolar, bir özgürlük vardı, güzeldi. Heyecanı oldu fakat özel radyolar hepimizin radyoları ve sesiyken, bastılar paraları satın aldılar. Özel radyolar ve televizyonlar parasını verenin sesi oldu. Böyle çok kötü taraftan mı bakıyorum? Ama birinin de bunları söylemesi gerekiyordu.”
– “Benim için hayatta en önemli şey estetik ve ahlaktır”
SORU: Kaos gibi anlattınız. Öyle mi hissediyordunuz?
Kıraç: “Hissetme değil gerçek bunlar.”
SORU: Yani hissetme dediğim şu, ülkenin kritik dönemlerinden sonra her şey adına çok hızlı bir geçiş olduğunu düşünüyorsunuz anladığım kadarıyla?
Kıraç: “Benim için hayatta en önemli şey estetik ve ahlaktır. Bunlar benim için çok büyük değerlerdir. Estetik ve ahlakın 1980’ler ve 1990’larla ipliğinin pazara çıktığı dönemlerdir. Bu açıdan çok kötüdür. Müzikal olarak diyorsak bence olağanüstü değil. Değil yani. Ama bugünle kıyaslıyorsak 1990’lar daha iyi idi.”
SORU: Siz de 1990’ların sonunda TMC Müzik’le tanıştınız. Hatta doksanları ve 2000’leri de kapsayacak çok güzel şarkılarınız, besteleriniz, eserleriniz oldu. “Ben Bir Garip Aşk Bestesiyim”, “Talihim Yok Bahtım Kara”, “Endamın Yeter”, “Yıllar Sonra” ve dahası oldu. Bunların da nostaljik sayılması ve güzel bir tatta bugün anılmasını sormak istemiştim?
Kıraç: “Evet, 1997 yılında. Ben doksanların içindeyim ama niye eleştiriyorum değil mi? Doğru söylüyorsunuz. Belki ben konuyu genelleştiriyorum. Bazen böyle hassasiyetlerim ortaya çıkıyor, bu tür röportajlarda. O günkü psikolojim ne ise belki ondan kaynaklanıyor ya da bugünlerde çok fazla görüyorum; 1990’lar 1980’ler nostaljisi, çok güzeldi diye. Belki onun da etkisiyle oluyor. Ama bir dönemi söylerken her şeyi kötü diye söyleyemeyiz. Tabii ki çok güzel şeyler de oldu. Doğru analiz etmek lazım o yılları diye söylüyorum. Kendi adıma baktığımda, 1994’te ilk demomu yaptım. Ama yıllarca uğraştım ve çok zor oldu TMC ile buluşmam. Çok şirkete gittim elimde albümümle. Fakat herkesin işi genelde kolay oluyordu. Bir albümün varsa ve elin ayağın düzgünse hemen albüm çıkartılıyordu. Şirketler açtı zaten. Benim öyle olmadı. Ben 3-4 sene çırpındım. Sağ olsun Mustafa Karahan ile tanıştık TMC’de. Şimdinin MEYPOM Mustafa Karahan’ı diyebiliriz. İlk albümü yaptık, çok da umutluyduk ama hiçbir şey olmadı. Sonrasında 1999’un Aralık ayında çıkarttığımız ikinci albümle birlikte arzuladığımız başarıyı elde ettik.”
– “Şarkı söylemek hayatımdaki en önemli keyiflerden biri”
SORU: TMC’de, bu benim yorumum tabii, bence size o kadar çok inanmışlardı ki göz bebeği oldunuz şirketin. Şirketin çok değerli sanatçıları vardı elbette ama özellikle siz ve Funda Arar için özel projeler, albüm çalışmaları üretmesi sanki bence bir dönem Yeşilçam şirketlerinin belli oyunculara film yapması gibi bir his uyandırıyordu. Funda Arar ile de uzun yıllar birlikte projeler, programlar yaptınız. Sonra ne oldu?
Kıraç: “Sağ olun. Evet yaptık. Sonra hayatımıza başka şeyler girdi. Ben dizilere yöneldim. Diziler hayatımda yer almaya başladı ama yine de albümlerime devam ettim. Şarkı söylemek hayatımdaki en önemli keyiflerden biri, amaç hatta. Hayat öyle başka yerlere evrildi, devam ediyoruz. Yani Türkiye de başka bir yere gidiyor, biz de başka bir yere gidiyoruz. Yeni bir nesil geliyor. Onlara kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Bizim şarkılarımızla evlenen, çocuk sahibi olan insanlar var. Onlarla diyaloğumuzu devam ettiriyoruz ve yeni gelen gençlere de bir şeyler ifade etmeye çalışıyoruz.”
SORU: “Zerda”, “Bir İstanbul Masalı”, “Binbir Gece”, “Aliye”, “Gönül Salıncağı”, “Bugünün Saraylısı”, “Gözyaşı Çetesi”, “Annem” ve “Pepe” gibi daha birçok diziyle filmlere müzik yaparak şarkılarını seslendirdiniz. Bunların arasında soundtrack albümler de oldu. Çok iyi kazanmış olmalısınız?
Kıraç: “İyi kazandım evet. Onların da hepsini tekrar sanata, başka uğraşlara yatırdım. Öyle büyük birikimlerim yoktur. Para tutmayı beceremem bu arada. Onları da çizgi film, animasyon gibi şeylerle üretime geçirdik.”
– “Kuzey Kıbrıs ve Türkiye için de çok önemli Maraş’ın açılması, heyecanlandım”
SORU: En son KKTC’de 1974’ten bu yana kapalı olan Maraş Bölgesi’nin bir kısmının açılması üzerine, ‘Varoşlarda Maraş’ şarkısını yapıp bir klip çekerek seslendirdiniz. Siz de Maraşlısınız tabii ama bu proje ile nasıl buluştunuz?
Kıraç: “Evet, tabii ben de Kahramanmaraşlıyım enteresan oldu. Ondan dolayı da Kıbrıs Maraş’a bir ilgim vardır. Bu arada Maraş, Mardin isimlerini, tınısını severim. Kıbrıs’a ilk ya da ikinci gittiğimde Maraş’ı özel izinle dolaştırmışlardı. Gerçekten çok üzülmüştüm. Bilen biliyor tabii ki, Maraş, dünyanın ve Kıbrıs’ın en önemli turizm merkezlerinden biri. O zaman bize söylenen 1974’te Barış Harekatı’ndan sonra 2000 yılına kadar bütün otel rezervasyonları dolan bir turizm şehri. Gittiğimizde ıssız bir kent gördük tabii. Hiç kimse yok. Binalarda o savaştan kalma izler vardı. Sahili müthiş elbette. Geçen yıl Maraş’ı açacağız diye bir haber duyunca çok heyecanlandım. Kuzey Kıbrıs ve Türkiye için de çok önemli Maraş’ın açılması.
Benim Kıbrıs’ta da çok sevdiğim İsmet Esenyel adında bir dostum var. Akademisyen ve aynı zamanda siyasette de görev aldı. Onun bir albümü vardı, ‘Varoşlarda Maraş’ şarkısını söylemişti albümde. İsmet ile konuştuk ve bana ‘Kıraç sen bunu bu dönem söyle artık.’ dedi. Çok güzel bir döneme denk geldi, Maraş’ın açılması nedeniyle. Pandemi dönemindeyiz ve klip de çekemeyiz ama kıyamadık. Ne yaparız derken, İsmet hocaya, ‘Hocam bir Maraş’a gidelim. Ben şimdi buradan oraya gidemem. Siz, bir genç kız arkadaş bulursanız iyi olur. O Maraş’ta bir dolaşsın. Öyle bir klip yapalım en azından.’ dedim. İyi niyetle orada güzel bir klip çıkarttılar. Ben de burada kendi çekimlerimi yaptım. Güzel bir birleştirme yaptık. Dinleyenler de, izleyenler de sevdi sanırım.”
– “Küçükken Barış Manço’dan bir tane daha varmış diye düşünürdüm, hakikaten varmış”
SORU: Ellerinize sağlık. Şimdi rock müzikten bahsedelim. Rock, sound olarak biraz sert müzik tarzı ve bir şeylerle, mesela hayatla aşkla kendiyle ilgili derdi olanların müziği.
Kıraç: “1998 yılından beri, albümle birlikte böyle bir bilgi var. ‘Rock müzik sert müziktir, protest müziktir, hayatla sorunları olanların, isyankarların müziğidir.’ Bunlar günümüzde artık palavra. Yeni tanımlar getirilmesi gerekiyor. Bunlar kitabi bilgiler. Herkes öyle söylüyor.”
SORU: Peki Cem Karaca, Moğollar, Fikret Kızılok, Barış Manço, rock ve Anadolu rock yapan değerli isimlerdi. Yıllarca Anadolu rock ile batının rock tarzını müzikleriyle birleştirdiler ve siz de onlardan etkilendiniz ve bugünlere kadar getirdiniz. Onların müziklerinde ve şarkı sözlerinde dert, sertlik ve anlatım var gibi sanki?
Kıraç: “Tabii ki etkilendim. Burada bir sorun yok. Burada bir dert var, evet tabii ki. Genel dünyaya bakın, tarihinde bu var. Bizimkilerde bir sorun yok, Cem Karaca orada duruyor ama Fikret Kızılok çok sert müzik yapmaz. Anadolu pop diyebiliriz. Daha yumuşaktır ama protesttir, duyarlıdır, incelikleri vardır. Belki yeni tanımlar yapılabilir. Aslında Cem Karaca da sözleri itibariyle sert şeyler söyler. Burada hiçbir sorun yok. Ama rock müzik, köşeli, sound’u sert dediğimizde, elektro gitarımız var, bazen distortion belki öyle gelebilir ama şunu anlatmaya çalışıyorum; bu bir söylem, bir marka haline geldi. Bunu en iyi kapitalist sistem ve onun ürettiği sanatçılar ve arkasındaki firmalar mı kullanıyor? Onu bilemiyorum Ama dünyaya baktığımızda o dediğiniz idealist, ne oluyor burada? Duyarlılıktan bahsediyorsak şayet, o dünya da Guns N’ Roses ve Bon Jovi ile terbiye edildi. Rock müzikle ilgilenen müzisyenler özgür düşünceliydi, tasmaları yoktu. Hangi görüşten olursa olsun rahatlardı. Dünyaya karşı duyarlılıklarını söyleyen, bir albümde 7 aşk şarkısı varsa 3 tane de dünya, çevre, doğa, ideolojik konularda şarkılar yapıp ‘Biz sadece müzik makinesi değiliz.’ diyen insanlardı. Bu, sisteme her zaman sıkıntı yaratan bir önerme oluyor tabii. Guns N’ Roses çok iyidir ama o döneme denk geliyor ve Bon Jovi de tam terbiye edildi, light pop’a çekildi. Bunu kötülemek için söylemiyorum, tasmalandı yani.”
SORU: Peki Anadolu rock’a dönecek olursak tabii burada da geçişler, sanatçıların şarkılarının da yasaklandığı dönemler oldu ve onların albümlerini bulmak ve dinlemek de zordu sanırım. Öyle mi?
Kıraç: “Çok zordu. Cem Karaca bizim çocukluğumuzda bir efsaneydi. Hatta ben çok küçükken babam anlatırdı; Barış Manço’dan bir tane daha varmış diye düşünürdüm. Hakikaten Barış Manço’dan bir tane daha varmış. Çok uzun yıllar sonra birlikte TRT’de program yaptılar, ‘Uzun İnce Bir Yoldayım’ı söylediler. Hakikaten ne kadar da kardeş gibiler. İnsan bir tuhaf oluyor tabii ki, hep ters kutup olarak gösterilirdi bu insanlar. Ne kadar birbirlerini seven, ne kadar düzeyli insanlardı. Şimdi ne kadar arıyoruz değil mi o düzeyli ilişkileri ve onları.”
– “Bazı şarkılarım rock, bazıları pop, bazılarının tanımı yoktur. Yoktur işte, müziktir”
SORU: Siz bu değerli isimlerden sonra daha genç jenerasyon olarak Anadolu rock’a ne kattığınızı düşünüyorsunuz?
Kıraç: “Anadolu rock, ötesi Türk rock müziği demeye çalışıyoruz ama tabii ne kattım? Onlardan aldığım bayrağı devam ettirmeye çalışıyorum. Armonik olarak farklı şeyler katmış olabilirim. Benim armonim biraz farklıdır. Müzikal olarak bilenler bilir. Değişik armoniler kullanıyorum. Türküleri söyleme biçimim daha yerlidir onlara göre. Fakat eğitimim gereği batı müziği eğitimi almış bir insanım. Albümdeki şarkılarımı ayırırım. 3 tür şarkı vardır. Birisi türkü ve türküler üzerinden yola çıkan şarkılardır. Diğerini Fransız romantizmi üzerinden düşünebiliriz ve çok az anglosakson bir hava vardır. Yani “Bir Garip Aşk Bestesi’nde görülebilir. Bir kısmı da denemeler üzerinedir. Daha senfonik, bölümleri çok olan, mesela “Kayıp Şehir”, “Hep Sen”, “Yalnızlığın Kapıları” gibi şarkılarım da daha underground gibi düşünülebilir. Bu tür şeyler katmış olabilirim. Anadolu rock, Türk rock müziği dinleyen kitlenin bakış açısını bir parça değiştirmiş olabilirim ya da rock müziği dinlemeyen kitleyi oraya dahil etmiş olabilirim. Tam bir rock sanatçısı mıyım? Değilim. Bu da yanlış olabilir. ‘Kıraç eşittir rock müziğin yıldızı’ Hayır, ‘Gidiyorum’ diye bir şarkım var, pek de rock değil yani.”
SORU: Pop denebilir mi?
Kıraç: “Pop rock da diyebilirsiniz, rock da deniyor. İlla insanlarda bir tanım getirme iç güdüsü oluyor bir yere koyabilmek için. Bazı şarkılarım rock, bazıları pop müziktir. Bazılarının tanımı yoktur. Yoktur işte, müziktir. Gitar gerektiriyorsa gitar, trompet gerektiriyorsa trompet çalıyoruz. Sonuçta samimi bir şekilde üretmeye çalışıyorum ben.”
SORU: Sizden sonra gelen genç müzisyenleri ve jenerasyonu nasıl buluyorsunuz?
KIRAÇ: “Ben kendimi bazen türümün son örneği gibi görüyorum. Çok üzülüyorum. Çok hüzünlü oluyor bu ama bir yandan da bakıyorum gerçekten çocuklar, gençler şarkılarımı dinliyor, ciddi ciddi üzerinde düşünüyorlar ve o derinliğin içine giriyor. Acayip etkileniyorum ve müthiş bir enerji geliyor.”
– “En azından İstanbul’un dışına çık Gümüşhane diye bir yer var yani, Erzurum’a bir bak”
– SORU: Şarkılarınızın cover’ını yapıyorlar mı?
Kıraç: “Yapıyorlar, çok ilgimi çekiyor. Özellikle 20 yaş altı çok ilgi duyuyor. O büyük bir güç oluyor. Ben şu anki ve benden sonraki gençler için şunu söyleyebilirim, bütün ana akım ve her şey bir yere doğru kanalize oluyor hayatımızda. Müzik olarak da kültür olarak da kıyafet olarak da bize veriliyor. Bunun tamamen dışına çıkmak ve yaşamak çok zor. İster müzisyen olsun ister başka bir şey ama illa müzisyenler için söyleyeceksek, bana da söylenen bir tavsiye bu; herkesin A dediği yerde B demeye çalışın. Herkes A diyor diye siz de A demeyin, B demeye çalışın. Tabii bunu sadece marjinal olmak için yapmayın. Etrafa bakın. Örnek veriyorum, İstanbul’daki insanlar ve müzik camiasındakiler hep batıya bakar. Bak batıya, güzeldir batı. Blues, caz, klasik müziği güzeldir, arabaları da filmleri de güzeldir. Fakat ara sıra da kuzeye, hiç bakmadığın yerlere bak. Mesela Türkiye’deki insanlar Amerika’ya çok bakar. Bütün dünyada böyledir, Amerika dünyanın jandarmasıdır. Çok büyük bir sömürgeci güç. Bunu bile bile insanlar kalpleri kırılmadan yine de oraya bakar. Kardeşim, yanında bir İran var, küçümseme bu kadar yani. Rusya’ya, Hindistan’a bak mesela. Bir bak, dinle. Geçenlerde bir görüntü paylaştım, altına Hintli bir kadının şarkısını paylaştım. O kadar etkilendiler ki, bu ne diye sordular… Dünya çapında bir sanatçı Lata Mangeshkar. Amerikalı şarkıcıların hepsini bilmen gerekmiyor. Biraz da bu tarafa bak. Yani Japonya’da ne dinliyor millet? Endonezya diye bir ülke var. Tamam, çok saçma geliyor ama Rusya da çok büyük bir medeniyet, Hindistan da… İran dediğin, 5 bin yıldır orada. Çok fazla abarttım. En azından İstanbul’un dışına çık abi! Gümüşhane diye bir yer var yani, Erzurum’a bir bak.”
SORU: Yani diyorsunuz ki bütün kültürlere bir bak en sonunda kendi yolunu bul?
Kıraç: “Evet ya da en azından hadi onu da yapamıyorsun, illa batıya bakacaksan bu sefer Polonya’ya bak. Belki bir yerinde Chopin bulursun.”
SORU: 2019 yılında ‘Beni Ben Yapan Şarkılar’ı çıkarttınız. Anadolu rock müziğinden Barış Manço, Cem Karaca, Salim Dündar, Edip Akbayram gibi sanatçıların parçaları vardı değil mi?
Kıraç: “Evet çok var. Şarkılara bakmak lazım. Salim Dündar, ‘Aynalar’ vardı. ‘Hasretinle Yandı Gönlüm’, Edip Akbayram ile ünlü oldu ama bir Yalçın Tura şarkısıdır. ‘Dönüş’ filminin Seha Okuş yorumuyla unutulmaz şarkısıdır. Daha çok Cem Karaca’dan oldu. Cem Karaca’nın firması bize geniş davrandı, teşekkür ediyoruz. Barış Manço’dan daha çok olmasını isterdim ama bir şarkıya izin verdiler.”
SORU: Bireysel bir albüm yaptınız. Sanatçılara birçok ismin seslendirdiği saygı albümleri yapılıyor ama siz o albümlerin içinde yer almadınız?
Kıraç: “İnsanlar beni tanıdığında hep şaşırıyor. Sanatçı dediğimizde etik bir yaklaşım belirliyorum. Etik yaklaştığımda, ‘Bu adam kimseyi beğenmiyor. Bu adam da kendini bir şey sanıyor.’ gibi geliyor. Ya değil. Ben etik yaklaşımımı korumaya çalışıyorum. Dedim ya, estetik ve ahlaktır benim sınırlarım. Sınırımı korumaya çalışıyorum. Mesela bu toplama albümlerden hoşlanmıyorum. Bazen yaşıyor sanatçı, kendisi çok hoşlanıyor ama ben yine hoşlanmıyorum. İlla örnek vereceksem, mesela Orhan Gencebay. Orhan Gencebay şarkılarını, ben Orhan Gencebay’dan dinliyorum. O toplama albümler benim hoşuma gitmiyor. Çalımları da beğenmiyorum. ‘Bir Teselli Ver’in ilk kaydındaki kemancılar efsane. O sound da iyi ve Orhan Gencebay çok iyi söylüyor. Belki Orhan Gencebay, o yeni toplama albümünden hoşlanıyor olabilir, ben hoşlanmıyorum. Bunu yanlış anlamasın arkadaşlarımız. Ben hoşlanmıyorum. Orhan Gencebay’ın kendisine rağmen diyorum bunu. Cem Karaca ve Barış Manço’da iş bende biraz daha değişiyor. İlla olacaksa böyle bir şey Amerika’daki gibi yapabilirsiniz bu işi yani. Başkanı çıkıyor diyor ki, ‘Led Zeppelin bizim için şunu ifade ediyor. Şu şarkısında böyle hissetmedik mi?’ Evet, orada bir tane çok iyi bir orkestra var ve çıkıp canlı söylüyorlar. Orada da Robert Plant, Jimmy Page duruyor. Onur veriyorlar onlara. Öyle bir şey olabilir. Ben bunu yapmak isterdim.”
SORU: Birlik ve beraberlikle yapılacak bir organizasyonunun içinde yer almak istiyorsunuz yani?
Kıraç: “Yani hem öyle hem de şık olmalı. O insanlara o gurur ve tarihsel önem verilmeli ve er meydanı olmalı. ‘Hadi adam öldü, hadi sene-i devriyesi, hadi albüm yapalım.’ Böyle olmuyor yani.”
SORU: Bir röportajınızda ‘Mutsuz biriyim ve hayata da net bakıyorum.’ demiştiniz.
Kıraç: “Geri alıyorum anlaşılmıyor öyle. Mutsuzluğumu geri alıyorum.”
– “Hayreti tekrar getirmemiz gerekiyor, çocuklardaki iç mutluluğun sebeplerinden sanırım biri bu”
SORU: Mutluluk ve mutsuzluk kavramları sizin için ne ifade ediyor? Mesela hayatta amacı ve yolu olmayan insanlar mutsuz olabilir ama siz hem başarılısınız, albümleriniz var, ünlüsünüz hem evlisiniz, çocuklarınız var. Demezler mi size ‘Ünlüsün, başarılısın, evlisin. Daha ne istiyorsun?’
Kıraç: “Öyle der insanlar ama yaşam öyle değil. Kişisel olarak baktığımda ben Tanrı’ya şükrederim ve mutluyum. Ama mutluluğumun kaynağı, sahip olduğum maddi değerler değildir yalnızca. Tabii ki bir güven verir çocuklarım, karım ve beni seven insanlar. Ama bundan ziyade mutluluğumun kaynağı bir çiçek açıyor mu? Açıyor. Güneş doğuyor mu? Doğuyor. Bunu görmek, sağlık ve iç huzur yakalamayla ilgilidir. Mutluluk nedir dediğinde bir tanım söylesem bu tanım da yerini bulmayacak. Sözcük değil çünkü. Sözcükler kısıtlı. Tek bir cümle ile söylenmesi gerekiyorsa benim açımdan mutluluk yetinmektir. Fakat bu yetinmeyi de söylediğim zaman, ‘O zaman yetinelim ve bulunduğumuz yerden asla kımıldamayalım.’ gibi oluyor. Öyle değil.”
SORU: Yetinmek deyince bir lokma bir hırka yeter gibi bir anlam da çıkıyor?
Kıraç: “Yok ben tasavvufi de bakmıyorum. Nasıl söyleyeyim, sahip olduklarının değerini bilmek ve onlara alışmamak. Sevdiğin şeylere alışmamak. Bu çok önemli. Sevdiğin şeye alışırsan oradaki o duyguyu kaybetmeye başlarsın.”
SORU: Bağımlılık başlar öyle mi?
Kıraç: “Yok, tüketmeye başlarsın sevdiğin şeyi. Anlamını yitirmeye başlar, böyle düşünün. Sağlığını kaybetmiş bir insan için mutluluk dışarı çıkıp koşmaktır. Oysa ki koşmak, yürümek bizim sürekli, her an normal olarak yapabileceğimiz bir şeydir. Güneşin her gün olağanüstü ihtişamıyla doğuyor olması dünyadaki en büyük tuhaflık ve mucizedir. Yağmurun yağması inanılmaz bir olaydır. Ama bunların hepsine biz alıştık.”
SORU: Alışmamamız mı gerekir?
Kıraç: “Alışmamamız gerekiyor.”
SORU: Her gün hayretle mi bakmalıyız yeni doğan güne?
Kıraç: “Evet, çok güzel bir şey söylediniz. Hayreti tekrar getirmemiz gerekiyor. Çocuklardaki iç mutluluğun sebeplerinden sanırım biri bu. Hayret ediyor, şaşırıyor çocuk. Biz şaşırmıyoruz. Şaşırmamayı da çok büyük bir zeka sanıyoruz. ‘Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum. Hiç şaşırmadım ki deyip ondan da bir imaj çıkartmaya çalışıyoruz. Şaşırmamız gerekiyor.”
SORU: Çünkü çocuklar anda kalıyor…
Kıraç: “Evet çocuklar orada, o anda, her şeye şaşırma, merak içinde. Düşünsenize aslında çok küçük şeylerle yetiniyor çocuklar. Dışarıda koşuyor, oynuyor ya da sevdiği bir yemek varsa yiyor, çizgi film izliyor ve mutlu oluyor.”
SORU: Bu, çocuklarınız olunca fark ettiğiniz bir şey midir?
Kıraç: “Yok, değil. Daha pekiştirdiğim bir şey. Ama hep böyle baktım. Mutsuzluk kavramına gelince işin bu tarafı da var. Ben mutsuzum dediğimde şuradan bakıyorum bu konuya. Bu tartışmanın içinde, önü ve arkasıyla bu söylediklerim bir anlam buluyor. Buradan bir genelleme çıkarıldığında, ‘Kıraç mutsuz bir adam!’ Öyle değil. Ben genel olarak mutluyum, eğlenceliyim ve ne olursa olsun yüzüm güleçtir. Mutsuzluk kavramına gelince bu çok derin bir konu. Dünyada şu an bile yakınımızda, uzağımızda o kadar korkunç şeyler oluyor ki. Bunlara rağmen güllük gülistanlık davranamamak, oradan beslenen bir mutsuzluk kavramı… Ne olacağını bilememek bir mutsuzluk. İnsanın dünyaya gelmesi bir sürgündür.”
SORU: Dünya bir pandemi döneminden geçiyor, depremler yaşanıyor, her gün yeni bir şey oluyor tabii…
Kıraç: “Yani ne sürekli mutsuz olabiliriz ne de sürekli mutlu oluyoruz. Böyle ikilemler evreninde yaşıyoruz. Bence ne sürekli öyle ne böyle olmalıyız. İkisini de görmeliyiz. Kendi adıma söylüyorum, benim bir tarafım suyun altında, bir tarafım suyun üstündedir. Bir tarafım cennete diğer tarafım cehenneme bakar.”
– “Karavanı sattık ve küçük kulübeyi dizayn ettik, arada orada oturuyoruz”
SORU: Biraz hayatın cennet tarafına bakalım. Beykoz’daki karavan hayatınızda 17 inek, 16 tavuk, 8 ördek ve 5 hindiniz var değil mi?
Kıraç: “Vardı. Zaman zaman değişiyor bunlar. Çünkü hayvanlar orada doğal yaşıyorlar. Hindiler, tavuklar bazen hastalanıyor, ölenler, gidenler, gelenler oluyor. İnekler çoğalıyor, azalıyor. Karavanı sattık ve küçük kulübe vardı, orayı dizayn ettik arada gidip orada oturuyoruz.”
SORU: Galiba imar sorunu vardı…
Kıraç: “Evet imar sorunu vardı. İmar barışı oldu. Bizim zaten bir şey yapacağımız da yoktu. Doğal yaşantıyı çok seviyoruz. Binalar yapalım derdimiz yoktu. Doğal kalmasını istiyoruz. Gidip geliyoruz, tereyağı yapıyoruz, yoğurt yapıyoruz. Kış geldi tavuklar yumurta vermiyor.”
SORU: Üretime geçip ticaret yapmayı düşünüyor musunuz? Kıraç tereyağları, Kıraç peynirleri olur mu mesela?
Kıraç: “Biz küçük üreticiyiz. Küçük esnaf. Bizim işimiz çok zor Türkiye’de. Hep zordu. Şimdi açıklandı, umarım devletin öyle bir politikası inşallah olur. Ben şu an sütü satmadığım için söyleyebilirim, bana ürettiğim sütün maliyeti litresi 7 lira ama herhangi büyük bir markete giderseniz litresini 3 liraya alabiliyorsunuz. Çok zor yani. Küçük esnaf, köylü ellerindekinin hepsini çıkarttı. Türkiye’nin zaten yapısal sorunu bu. Büyük üreticiden çok tekrar küçük üreticinin, köylünün desteklenmesi gerekiyor. Sonuçta ben bir ekonomist değilim ama onun bir parçasıyım. Tarımla ve bununla bağlantılı hızlı bir destek gerekiyor.”
– “Dünya ile entegre olma palavrası yaklaşık 30 yıldır pompalanıyor bu ülkeye”
SORU: Geçmiş yıllarda, ‘sanatta daha çok insana ulaşmak değil, yeterince insana ulaşmaktan yola çıkarak dünyaya entegre olmak için bir çok şeyi kaybetmememiz ve özellikle de dilimize, Türkçeye sahip çıkmamız gerektiğini savunan sözleriniz olmuştu. Yine öyle mi düşünüyorsunuz?
Kıraç: “Hala aynı düşünüyorum. Bu dünya ile entegre olma palavrası yaklaşık 30 yıldır pompalanıyor bu ülkeye. Kimsenin kimseyle entegre olduğu yok. Dünyayı yönetmeye çalışan, gayet insanlık dışı, kötü insanlar olduğunu düşünüyorum. Bunların sermayesi de gücü de var. Bir de bizler olduğumuzu düşüyorum. Bizi kandırmak için sürekli böyle palavralar atarlar. Dünyaya entegre ol, dünya vatandaşlığı falan filan. Büyük yalandır bunlar. Bu yalanlar artık sosyal medyada bazı insanlar tarafından dile getirilmeye başlandı şükürler olsun ki. İnternet belki onların ürettiği bir şey ama böyle bir faydası var. Ben bu dünya insanı işinin palavra olduğunu düşünüyorum. Nasıl küçük işletmeler yok oldu. Tabii ki biz küçük bir devlet değiliz ama küçük devletlere ayırıp sonra da onları yok etme prensibiyle oluşturulduğunu düşünüyorum. Dünya vatandaşlığı ne? Bizim ana dilimiz İngilizce mi olacak yani?”
SORU: Ana dilimiz olmayacak ama yaygınlaşıp kullanılan dil oluyor…
Kıraç: “Oluyor ama şu an oluyor. Olmayacak diyoruz ama oluyor. Çok uzun mevzu bu Türkçe konusu. Benim de tabii ki çok üzüldüğüm bir konu ama bir şey yapamıyorum. Çünkü galiba ikna kabiliyetim düşük. Benden önce de bunu dile getiren insanlar belki vardı. Ben belki şarkıcılar içerisinde en çok dile getiren insan sayılabilirim. Bir ülkenin dili giderse o ülke biter. Bizim ülkemizde de böyle ciddi bir sorun vardır yani.”
SORU: Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 100. yılı için 2007’de bir beste yaptınız. 2008’de de A Millî Futbol Takımımızın Avrupa Futbol Şampiyonasında gösterdiği başarıdan ötürü ‘Haydi’ adlı albümü çıkartmıştınız. Sonrasında 2010’da Dünya Basketbol Şampiyonasında yer alan Türkiye milli basketbol takımı için ‘Show Zamanı’ adlı albümü çıkardınız. Nedir Fenerbahçe’nin, futbolumuzun, sporun son durumu? Böyle albümler yeniden gelecek mi?
Kıraç: “Evet yaptım. Yaparım. Başta yurtseverlik çatısı altında bir kere zaten milli marşlar ve denemeler yapıyorum. Özel günlerde, ülkemizi ilgilendiren konularda duyarlı olmaya çalışıyorum. Milli marşlar, futbol ve sporla ilgili olanlar da bunun içine dahil edilmelidir. Ama şu ana kadar en az 2 tane Türkiye için marş yaptım. En son geçen sene ‘Vatan’ marşını çıkarttım. ‘Kerkük Zindanı’ deyip, Kerkük’ün Musul’un yanında olduğumu anlatan bir parça yaptım. Bunlar benim için önemli, devam ettireceğim tabii ki.”
SORU: Çocuklarınızla da özel gün marşları videoları yapıp yayınlıyorsunuz. Çok güzel sesleri var maşallah.
Kıraç: “Evet yapıyorum. Sağ olun. Çok istiyorum ve çok da seviyorum. Bu konular tabii benim için önemli ve sürdüreceğim.”
– “Ayşe Şule ile gurur duyuyorum, çok üstün bir başarı elde etti”
SORU: Yapımcılığını Düşyeri Atölyesi’nin üstlendiği, eşiniz Ayşe Şule Hanım’ın oluşturduğu ve çocuklarınızın da rol aldığı, sizin de müziklerini yaptığınız ‘Pepee’ ile bir nesil büyüdü. ‘Pepee: Birlik Zamanı’ filminin ardından ‘Pakiki’ geldi galiba?
Kıraç: “Pepee ve Düşyeri kısmı tamamen eşimde. Belki de onunla bir röportaj yapsanız daha detaylı bilgi verecektir. Ama Pepee ile Türkiye’de ilk defa bir çizgi yerli film kahramanı ortaya çıktı. Ayşe Şule ile gurur duyuyorum. Çok üstün bir başarı elde etti. Çok büyük bir emek var. Hala da çocuklarla ilgili Düşyeri’nin çalışmaları devam ediyor. Yeni çizgi filmler ve pedagojik anlamda çalışmalar yapılıyor. O başka bir yere evrildi. Tamamen Ayşe devam ettiriyor. O başlatmıştı, ben sadece destek olmuştum. Ama çocuklar için bir şey yapılması beni çok gururlandırıyor.”
SORU: Aynı zamanda Storytel’de çocuklarınız bu kitapları seslendiriyor değil mi? İleride mesleki olarak seçimleri seslendirme olabilir mi sizce?
Kıraç: “Evet devam ediyorlar. Kendi mecraları da var. Şu an seslendirme zaten yapıyorlar. Ama ben sanat ve sporla uğraşmalarını çok isterim çocuklarımın. Hata başka bir işle de uğraşsalar mutlaka bir yanlarının sanat ve sporla ilgili olmasını çok isterim.”
– “Tekamülümü tamamlamaya çalışıyorum”
SORU: Hayatınızda kırıldığınız veya kırdığınız ve halletmem gerekir dediğiniz bir konunuz var mı?
Kıraç: “Onlarca vardır. Bu kadar yaşayıp da bir şeyleri kırmamak çok zor. Kırıldığım, kırdığım çok olmuştur. Hiç bilemiyorum. Çok vardır. Geçmişe bakıp, şunu şöyle yaptım dediğim de çoktur ama ne yapabilirim bilemiyorum? Ben de tekamülümü tamamlamaya çalışıyorum. Hayatla, dünyayla barışarak bu dünyadan ayrılmak lazım. Bunun bilincindeyim. Düşüncelerim bu yöne doğru gidiyor sürekli.”
SORU: Son olarak yeni projeniz olacak mı? Artık albüm çıkartmayıp uzun yıllardır dijital platformlarda müziğe devam ederken, eğitim vermek ya da prodüktörlüğünü yapmak istediğiniz kimseler olur mu?
Kıraç: “Yeni projeler tabii ki olacak. Albüm zaten çıkartan var mı bilmiyorum? Artık çalan CD-Rom’lar da bitti. Bilgisayarlarda bile kalktı. Fakat müziğin bu kadar bedava olması müziği bayağı bir düşürüyor. Sadece ekonomik olarak düşünmüyorum. Müziğin kalitesiyle ilgili çok ciddi sorunlar çıkartıyor. Dijital eğitim değil de kişisel YouTube kanalımı düzenlemek ve canlandırmak istiyorum. Orada birtakım projelerim var. Kişisel medyamı çoğaltmak ve içeriğini genişletmek istiyorum. Bu tür dediğiniz şeylerin hepsine ilişkin, YouTube başta olmak üzere ya da başka hangi platformlarda olabilecekse bir şeyler düşünüyorum. Sosyal medyadan takip ederse insanlar oradan bilgi vereceğim.”